Eskiler der ki: "Fala inanma, falsız da kalma." Fala çok inanmıyorum. Spiritüel yanım ağır olmasına karşın ayakları yere basan, maneviyatımı bilimle desteklemeyi sağlıklı bulan bir insanım. O yüzden "şu yıldız şununla açı yapmış ve hayatımıza etki etmiş" tarafından bakmıyorum olaya, yani yıldızların çekim güçlerinin doğarken ve hala hayatımıza yön verdiğine inanmıyorum. Fakat, öyle bir ilişki var ki inkar edemeyeceğim ! Her insanın biricik yaratıldığına olan inancım, doğum haritasındaki yıldızların konumlarının, bugünkü konumlarıyla oluşturuğu matematiksel denklemlerin kişiye özgü sanatsal bir olay, sanatçının imzası olarak düşünmem bana saçma gelmiyor. Şöyle açayım konuyu: Eğer Carl Sagan'ın evrene bakışını biliyorsanız (Cosmos belgeselini izleyin ya da kitabını okuyun), biraz kuantum, evren, doğa, insan ve yaratılış teorilerine merakınız varsa, büyük bir bütünün aslında nasıl tek bir yapıdan oluştuğunu ve her zerrenin birbirine olan sanatsal bağını yakalıyorsanız beni biraz daha anlayabilirsiniz.
Adeta öyle bir düzen var ki evrenin en (bize göre) uzak noktasından, atom altındaki her zerreye kadar ahenkli, üstelik de sanatsal bir yapı var. İnsanların da karakterlerinden tutun, kader denilen yazgıları da bence bu bütünsel sanatın bir parçası ve yıldızlarla ilişkili olabilir. Astrolojiye bakış açıma dönersek, belki yıldız tepemizden geçerken bizi bir yerlere sürüklemiyor ama, hayatımızın kısmen programlanmış matematiksel kısmının, bir iz düşümü bu yıldızların birbirine olan konumları, matematiksel bir mühendislik harikası adeta. Zaten belki bu yüzden ciddi astroloji kaynaklarına (gazete fallarına değil) baktığınızda, "bu kadar mı olur" dediğiniz ve bize özel durumlar çok hayatımızda.
Sagan'ın dediği gibi yıldızlardan var olan hayatın (ki bir anlamda canlı ve cansızı da tartışırım bir ara, bana göre yıldızlar da doğar büyür ölürler, evren ve herşey yaşayan ve birbirine kenetli bir olgudur) ve dolayısı ile insanın yazgısının, akrabası olan yıldızlarla, evrenin sistemiyle bu kadar benzer olması beni şaşırtmıyor. Hala çok karışıksa tek cümlede şöyle özetleyebilirim:
Öyle bir sistem var ki evrende ve her zerrede etkisini gösteren, o sistemin zemberekleri adeta yıldızların hareketleri. Sistem saat gibi çalışırken, sistemin izdüşümü yıldızlar. İşte sanat da burada bana göre.
Kadere bağlarsam... Bu arada benim kader anlayışım kaskatı kaderci değildir. Bana göre çizilmiş yollar vardır, sistemde kayıtlıdır bunlar. Sonsuz ama bireye özel sıralanmış olasılıklardır bireyin seçimleriyle yol alacağı yollarda. Dümende yine siz varsınız ama kopacak fırtınalarla, doğacak güneşler belli olabilir. Hatta esen rüzgarla yanından geçecek yaprağın yere düşeceği an bile bellidir ve tabi onun da kendi içinde olasılık hesapları olmalı... İnsana verilen iradenin de gereğidir bu yazgı denizinde batmadan ilerlemek, olasılıklar zincirinde seçeceği yolda ilerlemek. Tabi insanın da bir tabiatı var, herkesin kendine özel bir yapısı, doğum haritasında sanatçının imzasını taşıyan karakteri, isim ve yeteneklerden nasip aldıklarıyla. Bu yüzden kişinin de az çok bellidir olasılıklar içindeki tutumu yani sonsuz davranış şekli de olmayabilir pek, çok şaşırtmaz insanlar yani sizi, neyse zikri odur fikri misali. Ha şimdi hayatının kaptanı olarak sen, yıldızlara bakıp yön buluyorsan,ya da sadece bakıp bakıp insan-evren ilişkisindeki bu güzelliğe tebessüm ediyor ve ayakta alkışlıyorsan, bu bağlamda yıldızları izlemişsin, çok mu?
Yazımı Sagan'dan bir sözle bitirmek istedim, benim için ayrı bir anlamı vardır.
The cosmos is also within us. We're made of star-stuff.
We are a way for the cosmos to know itself.
"Kainat bizim de içimizde. Biz, yıldızların malzemesinden yapıldık. Biz (bilinçli bir varlık olarak insan), kainatın kendini bilmesinin bir yolu, bilinmesi için aracız."
Seneler önce, sanal havacılık merakıma istinaden yazdığım bir yazımı, hardiskimin tozlu byte'ları arasında çektim çıkardım. 311.Kangal Filomuzu anlatan bu yazımı sizlerle paylaşıyorum.
BİZ KİMİZ?
Bir soruyla çok sık karşılaşıyoruz. Siz kimsiniz, hangi filo bu?
Üssünüz nerde? Sanal mı, o ne demek? Nasıl yani? Bu gibi sorulardan sonra en
sık sorulan soru şu:
"Nasıl online uçuyorsunuz?"
Bilgisayar dünyasından ve oyunlardan uzak olanlarınızın şaşırması daha olağan
tabi, bu yüzden en basit dilde, biraz da sizi gülümsetmeye çalışarak, amacım
sizi bir sanal uçuşun yanıbaşına götürmek, dakika dakika size yaşatmak…
En başta, biliyorsunuz sivil insanlarız. (En azından gurur kaynağı gerçek savaş
pilotlarımız hariç.) Hemen her meslekten bir grup insan. Çoğu çoluk çocuk
sahibi, evli barklı insanlar (Filo kurulalı en az 3-4 pilotumuzu baba ettik, ne
kadar uzun zaman olmuş arkadaşlar) Bir sevdadır ki bizi birbirimize bağlayan,
uçma sevgisi. Hepimiz birbirimizden ayrı simulasyon meraklısı iken bulmuşuz
birbirimizi ve kangallar olmuşuz kısa zamanda. Hava kuvvetlerimize imrenmiş,
gerçeğini sanal dünyada hayal etmişiz. Ama herşeyden önce bu bir oyun ama öyle
kapsamlı ve gerçeğine uygun bir uçuş oyunu-simulasyonu ki, 600 sayfalık manueli
bitirmenin ardından bu filoya girip bir gerçek F16 pilotundan sanal eğitim
almak… İşte kazandığımız bu bilgi birikimi, yadsınmayacak kadar derin ve bir
kenara atılamayacak kadar kıymetli.
Evet, sanal pilotun bir günü. Boşverin Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembeyi.
Bunlar sıradan bir insan gibi yaşadığımız günler. Ama uçuş gecesi olarak
seçtiğimiz Cuma, hepimizin birer Kangala dönüştüğü akşam.Öyle benimsendi ki bu
Cuma akşamları 4 yıldır, o akşam bize misafir gelmez. Doktor olanlarımız hasta
kabul etmez. Pilot olanlarımız eve gelince tulumunu üzerinden çıkartmaz.
Bilinir ki o akşam kangallar uçar. Ya da bazıları özellikle gelir “Ya neymiş bu
olay, nasıl yani” gibisinden. En çok da 311-Falcon’un meslektaşları (gerçek F16
pilotlarımız) dolar evine “Hadi canım, nasıl uçuyorsunuz internetten ” Falcon
başlar sanal ortamda eğitim uçuşlarına “Intercept(Önleme), BFM(Temel Av
Manevraları), ACM (Hava Muharebesi) teknikleri… O sırada bizden bir soru
yönelir eğitmene:
- Falcon, Nomad.
- Devam et Nomad
- Efendim, bir sorum olacaktı. Öncelikli hedefimiz düzgün hedef paylaşımı ve
uygun terminoloji kullanımı olacağına göre, geçen eğitimde gördüğümüz üzere,
hedeflere yönelen kollar ilk AMRAAM atışlarını yaptıktan sonra PITBULL noktasında (A
zamanının bitip T zamanının başladığı füzenin kendi radarını açtığı ve bizim
radarımıza ihtiyacının olmadığı nokta) kilit kırarak ayrılıp DRAG
yapacaklar bilahare yeniden angaje olarak pakete yönelecekler, mutabık mıyız?
- Tamamıyla Mutabık, Nomad.
Sarti: Peki efendim, 8. steerpointte SA2 tehditi Seadlerce vurulduktan sonra 9.
da Mühimmat deposuna ECHELON’mu SPLIT PUP ATTACK mi yapacağız ve parametreleri
nedir efendim?
- SPLIT yapacağız zira AAA ‘ların yoğun baskısı olacak Mk 84 atacağız, 20
derece dalış açısı için ACTOIN 5 mil. PUP 3.3 PULLDOWN 3400 feet RELEASE 2200.
Numaralar da 30 derece parametrelerini uygulayacak. Daldı-çıktı ikazlarınızı
tam ve net şekilde verin ki, uyum içinde hedefi vurabilelim.
- Sarti, anlaşıldı.
Misafir: (şaşkınlıkla) “Nası Yani ???, Helal”
Evet sanırım işin ciddiyeti biraz daha netleşti, gelelim adım adım bunu yaşamaya…
Görevlerin nasıl dizayn edildiğini, önceden yapılan hazırlıkları,
311-Cheetah’nın (Ufuk Kırmızı) bir önceki yazısında okumuştunuz. Ben daha çok kameraları eve
girdiğimiz andan sonrasına çevirmek istiyorum. Uçuşlarımız ev halkının bir
kenara çekildiği saatlerde başlıyor. 23:30. Tabi bilgisayarlar açılıyor,
internete giriliyor. Başından beri ilk selamlaştığımız ortam ICQ.(Internet
üzerinde metinsel olarak yazışabildiğimiz bir program) uçuş saatine 5-10 dk.
kala tek tek tüm pilotların online olduğunu görürsünüz. Karşılıklı
selamlaşmalar başlar. “Selamlar” “Abi iyi akşamlar” “ benim velet kucağımda
yatıramadım “, “olsun abi, babasının oğlu” vs. vs….Bu programda buluşmamızın
amacı hepimizin online olduğunu görmek, birazdan başlayacak olan sesli briefing
ortamı için hazırlık yapmak. Daha sonra RW(Roger Wilco, bugünkü Team Speak) adlı bir başka programa geçiyoruz. Bu da mikrofonlu
kulaklığı takarak, internet üzerinde canlı olarak konuşabildiğimiz, aramızdaki
onca mesafeye karşın, uçuşta bile bir telsiz niyetine kullandığımız başarılı
bir program. Bu aşamaya kadar düşününki, tüm pilotlar brifing odasında
toplanmış, az sonra uçulacak olan görev hakkında ayrıntıları almak üzere
yanyana oturuyoruz. (Tabi yine düşününki, kimimizin elinde bira ve cips,
ayaklarımızı rahatça uzatmışız, benim tabirimle “Pijamalı Pilotlar” Ama ortam
sizi aldatmasın, hatta dağınık masamdaki diğer cdleri ve bira şişesini de bir
kenara atayım, dikkatimizi dağıtmasın, zira birazdan brifing başlayacak…
Ve işte icqdan gelen bir mesaj ve tüm kangallar olanca ciddiyeti ile pür dikkat
kesiliyor. RW’den bağlanacağımız ip adresini ve şifresini veriyor. Ve işte
telsiz programımızda herkes teker teker giriş yapıyor. Çabuk bir yoklamanın
ardından varsa konuşulacak (filo ile ilgili bir konu) konuşuluyor, genelde
toplantıyı mevcut en yüksek rütbeli subay yürütüyor zira aynı anda konuşmamak
için söz alınması, verilmesi gerekli. Bu arada rütbeler nasıl belirleniyor?
Tıpkı gerçeğindeki gibi, kişinin filodaki kıdemine (filoda geçirdiği seneye) ve
üstlendiği göreve göre.
Ardından briefing başlıyor. Eğer bu bir eğitimse 311-Falcon (İlker Holat) geçiyor kürsüye ve
önceden bize yolladığı materyaller üzerinden kısa bir sunuş yapıyor. Eğer bu bir offical
görev (yani savaş senaryosu) ise görevi dizayn eden arkadaşımız görev tanımı,
hedeflerin konumu, kolların görevleri, mühimmatlar hakkında bilgi veriyor ve
internetin her türlü görsel malzemesi ile hazırlanmış çizim veya görüntüleri
paylaşarak aramızdaki km.lerce mesafeyi kaldırarak bir sınıf atmosferi
sağlıyor. Gerek konuşma disiplini, gerek anlatım tarzı ile kulak misafiri olan
biri, gerçekten bir briefing yapılıyor hissine kapılabilir. Gelen sorular
ardından herkes görevinin bilincinde, uçak başı yapmak üzere kendi kollarında
yerlerini alıyor. Burada maalesef çoğumuzun internet hızlarının dial up
modem(standart 56k) olması sebebiyle, aynı anda 4-5 uçak uçabiliyoruz. Teknik
olarak hepimizin uçması mümkün ama bilgisayarlar arasındaki veri alışverişi
arttığı için fazlasını kaldırmıyor ve oyunda “lag” dediğimiz kopmalar, oyundan
düşmeler ve senkronizasyon sorunları baş gösteriyor. (bu konuda bazı girişimlerimiz
var, ilerde kendi server’ımızda 24 kişi uçmak mümkün olabilir) (Dip not: Bugün aynı anda yüzlerce kişi uçabiliyor)
Önceden belirlenen 4’lü kollar kendi RW lerinde buluşuyor ve içlerinden biri
kendi oyununu server moduna getiriyor. Diğerleri o kişinin internet adresinden
ona bağlanarak, o bilgisayarın uçuş boyunca göndereceği verileri almaya
başlıyor. Bu veriler kendi oyunumuzdaki tüm görsel ( hava ve yer birliklerinin
konumları, kendi uçaklarımızın konumu, hareketleri, iniş, kalkış, atış durum
bilgilerini içeriyor. Böylece kendi makinamızda cereyan eden bir oyunla, diğer
makinada cereyan eden aynı oyun, aynı anda aynı şeyleri simule etmeye başlıyor.
Bir örnek vermek gerekirse: Ben uçak başı yapıp oyunu başlattığımda ve kendimi
uçağımın kokpiti içinde gördüğüm andan itibaren, (ki zaten gördüğüm kendi uçağımın
içi) başımı sağa sola çevirdiğimde sağımdaki uçağın aslında İstanbuldaki
311-BronzeMoon(Tuncay Özeren) olduğunu; o joystiğini oynattığında benim gördüğüm F16’nın
flaplarının hareket ettiğini, lövyeyi çekip tekerlek kestiği anda önümde havayı
yırtan sesiyle onun uçağının AB (after Burner) deki muhteşem görüntüsünü,
ardından ben de kalkıp ona kilidimi attığımda onun radarının BronzeMoon’a ikaz
vermesi sonucu telsizde “buddy lock, tight and visual” ikazına kadar tüm
gerçekçiliği ile bir uçuşun başladığını yüreğimde hissediyorum. Artık ne
masanızdaki dağınık cdler gözünüzde, ne çalan telefonlar. Hatta arkamdaki
banditten kurtulabilmek için RW’den avaz avaz yardım isteyip, evdekileri
uyandırdığımı, attığım looplar sırasında kendimi koltuğa sımsıkı yasladığımı,
RWR (Radar Warning Receiver) üzerimde düşman kilidi olduğunu haykırırcasına
öterken, Betty’nin (F16’nın konuşan uyarı sistemi) ciyak ciyak “PULL UP,
WARNING” naraları arasında 0 altitude’u yalarcasına yeri sıyırırken nefesimi
tutup bırakmadığımı, yanımda olsanız ya hayretle izler, ya da “deli bunlar”
deyip bir daha siteye bile uğramadan tüm ilişiğinizi keserdiniz :) Evet deli
bunlar, deli Kangallar…
İşte bu denli delicesine bize bu hissi yaşatan oyunumuz Falcon 4.0 ve dört
gözle beklediğimiz yeni versiyonlarına ve herşeyden önemlisi 311-Falcon’a bir
kez daha teşekkürü borç biliyoruz. İlker sen olmasan Falcon 4.0 bu kadar uzun
süre, bu kadar da anlamlı bir simulasyon asla olmazdı. İyi ki varsın. Allah
gerçek uçuşlarında da inişlerini ve kalkışlarını eşit kılsın. Sanaldakini dert
etme arkanda ben varım ;)
311-Tem
311.Kangal Filo Komutanı
27 Aralık 2003
NASIL KURULDUK?
(Bir başka eski yazımdan)
Merhabalar,
Bu ilk yazımız, size bizi anlatmalı diye düşünüyorum. Çünkü bence geldiğimiz
nokta gerçekten anlatılmaya değer. Bu filonun kurucusu olarak ilk sözü bana
verdiler, ben de size kuruluş hikayemizi anlatmaya çalışacağım, adım adım
yaşayarak. Ama önce belirtmek istiyorum ki, web
sayfamızın yenilenmiş halinde, kendimizi size gün ve gün yaşatmayı, sizleri de
bu emeğin bir parçaşı olmasını ve havacılığa gönül verenlerle, filomuzun ruhunu
paylaşmayı arzuluyoruz. Pilotlarımızı kendi ağzımızdan tanıtmak, bugün filoda
ne oldu, uçuşta neler yaşandı, hangi zorluklar aşıldı, sizlerin de tüm bu
merakla takipçimiz ve heyecanımıza ortak olmanız dileğimizdir.
1999 Haziran ayında, 1st European Tactical Fighter Wing adı altında toplanan ve
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden sanal pilotlarca kurulmuş 185th Resevoir Dogs
filosunda teğmen olarak uçuşlarıma başladım. Tabi ilk işim kendi ülkemden
insanları da bu filoya katmak oldu.Hayatımda ilk kez böyle bir heyecanı yaşıyordum ve yıllardır oynadığım uçuş
simulasyonları beni, internet ortamında bir filo ruhu ile sanal-gerçek arasında
gelip giden bir ortama taşıyordu. Kaldı ki Falcon 4.0 ilk çıktığı tarihten
beri, 600 sayfalık manueli ile, gerek avionicler konusundaki gerçekçiliği,
gerekse kokpitin neredeyse tamamının kullanılması sebebi ile, diğer tüm
simulasyonlardan kendini kolayca ayıran bir simulasyondu.
Aynı yeni mezun bir pilot gibi ilk defa oturduğum kokpitte, online iken telsiz
de dinlediğim eğitmenimin direktifleri doğrultusunda çalışmaya ve uçmaya
başladım. Icq ortamında, details’inde havacılık ve simulasyon yazan herkese
mesaj atarak bu zevkten mahrum olmamaları için ve Türkiye’yi de bu sanal hava
sahasına kazandırmak için kolları sıvadım. İlk cevap, Ufuk Kırmızı (311-Cheetah) dan geldi. Nasıl bir olgu ile karşı
karşıya olduğunu fark ettiğinde de, hayatına bambaşka bir anlam kattığımı
söylemesi hiç unutmadığım bir sözüdür. Hemen ardından Oykun İlgün (311-Nomad)
den cevap geldi. Bu üçlü, filonun temel taşları olarak 185. filoda yerini aldı.
Sarti, Chorus, Airbrush ve Unforgiven’ın katılımıyla kısa zamanda çok iyi
başarı göstereren filomuz yine bu Avrupa Karma filosunda bir türk filosu, 188.
Filo olarak bir kola ayrıldı ve sayımız 10 kişiye ulaştı. Filo adını
oluşturuken, alınan karar gereği sonunda “Dogs”
kelimesi geçmesi gerektiğinden ve sadece Türkiye’ye has olan “Kangal” ismini benimsedik ve “Kangal Dogs” olarak ilan ettik. Gerek
daha disiplinli, gerek daha özverili çalışmaları ile farklı bir konuma gelen
188th Kangal Dogs, kendi sanal hava kuvvetlerini oluşturması gerekliliği
üzerine 1st ETFW’den ayrılarak, bugün ülkemizin sanal hava sahasını kollayan,
yine bizim kurduğumuz 3. Taktik Hava Kuvvetlerine bağlı 311. Kangal Filo adı
altında toplandık ve sayımızı 24 kişide sabitledik.
Sanal Simulasyon Havacılığı, tüm ülkelerde binlerce filodan oluşmuş bir ağ.
Farklı simulasyonlarda olsa da, hemen her ülke en az 2-3, hatta Amerika
yüzlerce sanal filoya sahip. Bunların hemen hepsi, sivil de olsa, havacılığa
gönül verenlerden kurulu. Ülkemizde de bir ilki başlatan ve askeri
simulasyonlarda ilk Türk Filosu olan Kangal Filo, disiplinli, düzenli, bir o
kadar da arkadaşçıl ve yaratıcı yapısı ile bir “Kangal Ruhu” oluşturdu. İşte bu ruhu her yönden benimseyecek ve
düzenli eğitim ve uçuşlarda görev alacak ve bu ruhun bir parçası olabileceğine
inandığımız arkadaşları özenle seçip, sınayıp, temel eğitime tabi tuttuktan
sonra, harbe hazır bir halde aramıza kabul ettik.
Tüm bu uğraşımız, gerçekten uçmanın zevkini, gerçek bir pilot olarak
tadamadığımız için sadece sanal olarak tatmin etmekten ibaret gibi görünsede,
bizi destekleyen ve filomuzda bizzat sanal görev alan gerçek savaş
pilotlarımızla da gurur duyuyor, ve onlardan övgüler alırken, onların dilinde
de, Türk Hava Kuvvetleri filolarının yanında “Kangal Filo” adının da telafuz edilmeye başlandığını duyduğumuzda
felsefemizin ve çabamızın ne kadar gurur verici bir noktaya ulaştığını daha iyi
anlıyorum.
"Hayat da Bir Oyun mudur?" Felsefesi üzerine Düşünceler:
Bazen şöyle bir söylemle karşılaşırız. "Ya sen geçen bana şöyle demiştin, yoksa rüyamda mı gördüm ben onu, gerçekten mi söylemiştin?Ya sanki gerçek gibiydi"... Rüyalar nedir? Beynimizin bizlere birer oyunu değil mi? Peki ya hayat, versiyon 4.0 bir rüya ise?
Gerçekle hayali karıştırma noktasını çoğu kez yaşarız. Ben hayatımızın son derece mükemmel birer simulasyon/oyun olduğuna ve gördüğümüz her şeyin beyin dediğimiz mükemmel işlemcimiz sayesinde ve tabi başka mükemmel 5 duyusal donanımlarla görüp, duyup, dokunup tadabildiğimiz, bir oyun konsolu olduğunu düşünüyorum. Hayat aslında acı-tatlı bir oyundan ibaret. Ha önemli olansa bu oyunu nasıl oynadığın çünkü bir kez game over var ve bu oyunda başkalarını gerçekten ezebilirsin de, mutlu da edebilirsin. Herşey düzenli bir matematiğe dayalı, yani "etki=tepki" ya da "eden bulur", "çıkan enerji, bir gün gelir sana döner" misali. Benim gibi düşünüyorsanız, ya da üzerinizde biraz etki bırakacaksa bu yazım, eti kemiğe aldanıp deli saçması bunlar olmaz demeyeceğinizi umuyorum, esas şeyler madde dünyasında olmuyor. Aslında biz yokuz, kaşık da yok, ama aslında yediğini sandığın yemeğin tadı bir tecrübe, sevdiğin insana o yemekten yapıp, yemesini ve mutlu olmasını sağlayabilirsin ya da içine zehir koyup, programının "the end" olması da oyunun kuralı ve yazılımın kodunda var. Hastalıkların nereyese tamamı hayatın akışı içindeki kendi enerjimizdeki bozuklukların insan suretimize yansımasıymış. Deneylerle ispat olundu ki, üşüdüğünü sanan bir insan donarak ölme belirtileri gösterebiliyor. Ne yapıyorsak düşünce boyutunda yapıyoruz zaten.
21. yüzyıla girerken bakın oyunlar/simulasyonlar ne kadar gerçekçi olmaya başladı. Aşağıdaki videolar 2012-13 yılları arasında bilgisayarlarla yaratılmış örnekler ve şimdilik ekrana bağımlıyız ama gelecekte incecik lenslerle oyunu karşındaymış gibi hissettirecek, eldivenlerle dokunma hissini verecek ya da daha da ileride, beyine gönderilen elektrik dalgalarıyla canınızın yandığını, kokuyu aldığınızı sanabileceksiniz. Al sana oyun içinde oyun. Peki bu kadar gerçekçiliğe yaklaştığımız gün, hayatın maddesel gerçekliğini sorgulamayak mıyız? Öyle bir koku gerçekten var mı? Siz o kokuyu almak için gerçekten orada mısınız? Gerçekten yaşadığımız bu hayatın, düşündüğümüz anlamda gerçekliği var mı? Elle tutuyor ya da, gerçekten görüyor muyuz?
Kuantum teorilerini merak etmiş ve araştırmış olanlar bilir ki, aslında maddenin süper konumu dışında yeri, yapısı, şekli, rengi hep bir muamma. (Bu arada ben fizikçi değilim, kuantumun derinliklerini de henüz o kadar iyi bilmiyorum, sadece tasavvuf ehlinin söylemiş olduğu şeyleri, bilimin de söyler olmasını anlayabildiğim kadarını hayranlıkla izleyen biriyim. "Elektronlar bir an varlar bir an yoklar, yokken neredeler?" diyor Dr. Allen Wolf. (Doktor Kuantum). Madde dünyası kuralları bunlar, aslında hiç mi hiç önemi yok şu an kafa yorduğum felsefe açısından. "Dünya malı dünyada kalır" sözü sizce de "Oyunda kazandıkların oyunda kalır" sözüyle bağdaşmıyor mu? Ne var işte teknolojisi henüz taklit edilemeyecek düzeyde mükemmel bir tasarım işte hayat ! Mükemmel ekran kartı, eşsiz oyun dinamikleri, algoritmaları, senaryosu (hatta oynadıkça senaryosuyla bile etkileşime geçip, bazı yerlerini senin yazabileceğin kadar kullanıcı dostu vs vs, ha bir de çoklu oyunculu tabi. Hepimiz sanal oyuncularız dersem kızmayın.
Aslında şuna varmak istiyorum: Amacım ne oyunları övmek ya da yermek; ne de varlığımızı yok saymak. Hayatınızın programlanmış ya da en azından gidişatını sizin programlayabileceğiniz birer oyun olduğunu, bizlerin sadece etten kemikten avatarlar olmadığımızı düşünüyorum.(Yani hayat "read only" bir dosya değil. Kader zannımca, bir oranda yön verebileceğin bir oyun senaryosu) Hani eski tip oyunlarda senin için sınırlanmış alan dışına çıkmak istersen, görünmez bir duvara toslar ve olduğun yerde koşarsın ya ! Öyle değil, bir nebze yeni oyunlardaki "dynamic map", ve neden mi sonsuz, Mine Craftdaki gibi belki keşfettikçe senin için render edilen bir sonsuzluğa sahip !
Evet biraz Matrix kokuyor sözlerim ama, önemli olan özümüzün sadece birer data (veri) olduğu. "Ne varlığa yerinirim, ne yokluğa sevinirim" demiş Yunus Emre. Hani bazılarına sözüm, görmediğim şeye inamam diyorlar ya, gözle gördüğüm sen misin, gerçek seni görüyor muyum acaba? Sevgi de gözle görülmez, hadi şeklini şemalini göster ! Sevgi, manasıyla var, maddesi yok ki ! Senden öte gerçek olan tek şey var: Niyet, senin niyetin. Senin var olma sebebin, varlığının "Mâna", sı anlamı.... Sen o mânâyı gerçekleştiriyorsun tasavvuf inancına göre. Etten kemikten gördüğüm gerçek sen misin ki? Ama senin niyetini gerçekleştiren şey bu kılıf, bu vücut niyetine araç işte. Sen vücudunla önüme gelmesen de, hayat simulasyonunda ard niyetine toslama ihtimalim var. Beni hiç tanımasan da iyi dileklerini göndermeyi de seçebilirsin, o adres bilir.
"Neyiz biz peki?" diye kafanız çok karışmasın. Benim karışmıyor. Neysek neyiz, bugün konu bu değil. Belki ileride satın aldığım bir programla beni hergün başka bir kişi görünümünde, bir ağaç olarak bile görebileceksin. İşte o yüzden aslında ağaç da sensin, ağaç kakan da. İkisi arasında bir fark yok niyet mertebesinde. Ama içindeki o her neyse odur esas görmen gereken. Onu da saklayanlara sahtekar ya da yalancı deniyor. Bir şeyin maddesel bir yanı olmadığına da inanbilirsen, insan aslında her yerde olabilir, zaten hiç bir yerdeyiz ya. Böyle olunca mekansızlık kavramının varlığını anlamak da zor değil. Hiçlik kavramı da o kadar uzaklaşmıyor öyle fizana falan. Bilmek demiyorum, mekansızlığın nasıl bir şey olduğunu tecrübe edemeden "bilme eylemine" geçemem ama bana saçma gelmiyor işte. Zaman da öyle, o da göreceli değil mi?
Çok sevdiğim ve hürmet ettiğim bir islam düşünürü, bir kitabında şöyle diyordu: "Biz bir aynanın yansımasının kırık parçalarıyız." Aslında o tek olan şeyden ruha üflenmiş, yeryüzüne (madde alemine) yansımış milyarlarca mana parçacıkları. Düşünen, bilen, bilinen canlılar arasında (ve yine bildiğimiz kadarıyla) muhakeme etme, seçme şansı olan tek yaratık insan. (İnsan sıfatını zaten ben, et kısmından kullanmam hiç, özündeki manadır benim için insan. Belki birer enerjiyiz vs... Gerçekten önemi yok bu seviyede kafa yormanın şimdilik. Oyun oynarken (birer yazılımcı ya da oyun tasarımcısı değilseniz) oynamayı bırakıp, "bu nasıl çalışıyor" diye oyunu bırakır mısınız? Ya da halı sahada bir futbol topunun yuvarlaklığı üzerine felsefe yapacağına, "ter tamak için ordasın," tadını çıkarsana. Felsenin bir zamanı da var, zaten siz de hala bu satırdaysanız, bu moddasınızdır benim gibi. (Bu arada buraya kadar okuyabilenleri anlayabilmem için şifre: "kaşık", facebook'a yorum olarak yazın, kim benim gibi kaçık bileyim :) Ya da, ben bir besteciyim. Her dinlediğim müziği analiz etmeye kalksaydım, müzikten tat alır mıydım? Analiz etmenin de, zevk alarak dinlemenin de zamanı var. Takılmayın yaşayın işte hayatı... .İşte benim gibi hayatı maddesel anlamda hem ciddiye almayın, madde bağımlısı olmayın, hem madde dünyasına veda günü geldiğinde herşeyin biteceğini sanmayın, hem de bu oyunu en güzel en eğlenceli haliyle, sevgiyle, çocuksu oynayışlarla yaşayın, oynayın. Sen kimsin diye bana sorarsanız da, oyunu "doğru kurallarıyla" oynamaya gayret eden, acısıyla tatlısıyla zevk alarak oynayan, sevdiğim insanlara, arkadaşlarıma ve öğrencilerime iyi örnek olmaya çalışan ve bu simulasyonda güzel bir yerim olduğu için, yaratıcıya şükreden bir oyuncuyum.
Siz de lütfen oyununuzu iyi oynayın ve oynamanın tadını çıkarın. İyi eğlenceler :)
Emily ile tanışın. O bir bilgisayar animasyonu !
Doğa Yürüyüşleri Cry Engine 4 (Crysis 4)
GTA 4 Newyork da Araba Kullanın
Lens Öncesi Geçiş Teknolojisi (Play Station 4)
Gelecek öngörüsü yapan, kadın erkek ilişkilerini üzerine kısa bir Film
Teknolojik lensler Google ile gerçekten yolda (Aslında Cornea tabakamız da bir lens bu arada )
Çocukken dalgalarla bir oyun oynardım. Gelen her dalgaya atlar, beni
geçmesini engellemeye çalışırdım. Dalgaları durduramadığımı fark ettiğim
gün, oyunumu "dimdik ayakta durabilme" oyununa dönüştürdüm, dalgaların
beni yıkamadığı her an ben kazandım.
Hayatımız bazen gün batımındaki kadar huzurlu ve sakin, bazen dev dalgalar getiren fırtınalarla dolu. Dalgalar hayatta her
zaman vardır, onları yok edemezsiniz ama her biriniz, öz
benliklerinizle dimdik ayakta durabilirsiniz. Tam olduğunuz gibi,
içinizde huzur ve kendinizden emin. "Dalgalanmak" sözü de buradan türememiş mi zaten? Hayat koca bir okyanus, dalgalanır da, çalkalanır da. Bazen bunlarla boğuşursun, bazen su üstüne ağırlıksız yatarsın, bazen derinlere, iç dünyana dalarsın, orada yaşamını tehdit eden köpekbalığı da görebilirsin, benzersiz güzellikler de. Dalgaların varlığını kabul etmeli ve bunu bir oyuna dönüştürmeli. Ama "Dalga Kıranlar" olmalı,
dalgalara kendini vurup, parçalayanlar değil. Herkes önce kendi içinde
güçlü ve huzurlu olduğu sürece, nice fırtınalar kopar etrafınızda ama size çarpar
kırılır ! Arkanıza geçmez, çoluğunuzu çocuğunuzu,ailenizi ve sevdiklerinizi etkilemez.
Bugün bir anlamda ülkemin içinde bulunduğu ortam da fırtınalı bir okyanus. Suni dalgalar arasında aslında aynı denizde yüzmekte olan "ötekileştirilmiş" dubalara çarpar buluyorum kendimi, bizzat ben de her dubalaştığımda. Tam da dalganın işine gelen bir durum değil mi bu? Kimsenin öz benliğimi yıpratmaya, beni ben yapan değerleri değiştirmeye hakkı olamaz. Ben izin vermediğim sürece olamaz ! Çocukken ne güzel yapmış ve dalgaların oyununa iyi ki gelmemişim. Demek bazen hakikaten çocukken daha saf ve net görebiliyoruz hayatı, kafamız henüz bulanmamış,bulandırılmamış olduğundan sanırım.
Ben de öyle yapıyorum artık, dalgayla dalga geçmek gibi... Bakın Orhan Veli ne güzel anlatmış tam yerine denk geldi, Koyayım da manzara olsun bari !
----------------------
Öyle bir yerde olmalıyım ki,
Ne karpuz kabuğu gibi,
Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi... İnsan gibi.
Karanlıkta piyano çalıp, kasete kaydedesim,
Okul grubuyla, yeni konserler veresim,
Geceleri yatakaneden kaçıp, sahnede sabahlayasım...
Gençlik hatalarımı yapıp, yeni dersler alasım,
Hoşlandığım kıza, yine açılamayasım,
Partilerde abartıp, küvete çıkartasım…
Geçmişteki onca şeyi, yeniden yaşayasım,
İyi kötü ayırmaksızın, hepsini tekrar tadasım.
Her bir anıda, bir tur daha atasım...
Geçtiğim yerlerden geçesim var yarın,
Olduğum yerlerde olasım,
80’imden bugünlerime, yine huzurla bakasım.
10 Şubat 2012 Cuma
Uzun yıllar önce bugün tanıştık seninle.
Yani ilk defa yüzyüze, göz göze.
Onun da ötesi vardı tabi,
Sadece parmakların tıkırdayıp, konuştuğu bir yerde.
Bir masal başladı ogün, evvel zaman içinde,
Dönüp bir de baktım ki, ne çok yol almışız birlikte,
Yanlızca masallarda değilmiş mutluluk,
Burdaymış, senin olduğun yerde.
Bir adam ve bir çocuktan,
Bir aile yarattın sil baştan,
Emek verdin, sevgi verdin,
Gülümsedin ağlayacağın yerde,
Geldin bir Şubat'ın 10'unda,
Sevgilimdin 14 ünde.
Şu şarkıyla yer ettin,
Şu an olduğun yerde
Dinle
Melegim
Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde,
Küçük bir çocuk, düşümde
Ağlıyordu sessizce
Eğildim okşadım saçını
Kaldırıverdi başını
Birden şaşırdım görünce
Kendimi onun yerinde
Ağlıyordum, gözyaşlarım damlıyordu dizlerime,
Hiç kimseler bakmıyordu, yalvaran gözlerime
Biraz ürkek, biraz yorgun, uykusuzdum günlerce,
Bitkin bir halde oturmuş, ellerim gözlerimde.
Bir tüy süzüldü,
Kondu avuçlarıma
Sardı yüzlercesi
Pamuk parlaklığında
Anladım, yaşadım
Huzuru kollarında
Uyudum, dinlendim,
Bir meleğin kanatlarında
Yılbaşında, çalıştığım yerden hoş bir hediye aldım: Adıma yazılmış şık bir defter. Sayfaları bomboş. Takvimsiz ajanda olmaz, çizgisiz bölmesiz hesap defteri olmaz(zaten bu zarif şeye alacak verecek falan da yazılmaz) Olsa olsa günlük olur dedim, boş sayfalara insanın yazası gelir belki. Nadir yazsam da, yazdığım zaman güzel yazdığımı düşünürüm ama yazım güzel değildir ki,hem böyle bir deftere tüy ve mürekkep gerekir. Bir de baya ciddi bir duruşu var, kara kaplı defter denilen cinsten, "Günahlarınızı alayım,lütfen !" diyenlerden.
Elime aldım, hoş bir hissi var dokununca, sert ama yumuşak. Mıknatıslı siyah tutacağını kaldırdım, bırakınca pat yerine yapışanlardan. İlk sayfasında markası var ve altında ingilizce "Functional Notebook" demiş, yani kim hangi amaçla kullanacaksa serbest. Sonrası krem rengi bomboş ve kaliteli sayfalar, hiç el değmemiş. Buraya yaşanmışlıkları yazsam güzel de olsalar, bekaretini bozar hissim var. Yaşanacaklar yazıyor galiba, yazıyor ama insanın göremeyeceği cinsten. Her sayfasında yaşanacaklar olan tertemiz bir günlüğüm var ne güzel. Belki ondan kıyamıyorum eskitmeye. Ama ilk bakışta kara kaplı defter yakıştırması daha hoşuma gitmişti,hala da öyle. Bir anlam yükledim bu deftere ben ve kara kaplı defterimin boş olması, geçmişime baktığımda aklanmamış ya da içimde kara kalemle yazılmış hiç bir olumsuzluğu taşımadığımı fark ettirdi bana. İçinde tertemiz sayfalar olan kara kaplı bir defter. Çok şey yaşarız, üzülürüz, üzeriz. Kırar, kırılırız. Hele bazılarımız açıp açıp kara kalemle yazılmışları okuyup dururuz. Oysa benim defterimde tüm geçmişim geleceğim kadar aydınlık, yaşadıklarım yaşayacaklarımı ışıtan meşaleler.
İnsanları incitmekten çekinirim, kimseyi de bilerek incitmemiş olduğumu düşünüyorum, eğer incittiklerim var ve haberim yoksa da gerçekten özür dilerim. Beni incitenlerin bende bıraktığı hisleri de, bir sonraki yıla taşımadım hiç, kara kaplı defterim belki bundan temiz ve öyle de sürmesini diliyorum. Benim için bu defter kitaplığımda öylece dururken bana hep bunları hatırlatacak.