4 Haziran 2010 Cuma

Pervane Perisi (Eski yazılarımdan)

Neden böyle oldu diye sorsaydın, sana bir masal anlatırdım...

PERVANE PERİSİ

Bir pervane perisi varmış, kapkaranlık mağaralarda gezinen,
Bir ışık bulma umuduyla bu mağarada,
Bazen bir ateş böceğinin ışığında,
Bazen karanlıkta akan suyun derinlerinde parlayan fener balığının gölgesinde,
Bazen ışık olmasa da uzaktan gelen hoş bir cırcır böceği ezgisinde,
Bazen ne ışık ne müzik, ama onunla hep konuşan, olgun, yol gösterici bir sesin etkisinde,
Bazen de göz alıcı ama ancak bir kere değilebilecek kadar sıcak bir kor ateşinin cazibesinde,
Arar dururmuş yolunu belki bir çıkış bulurum diye.

Kimi ateş böceği kovaladıkça kaçar, kimi fener balığı onu arkasında bırakır dalar,
Kimi cırcır böceği kısa bir süre sonra susar alışmadan, yakınlaşmadan,
Kimi ses konuşur ama ses yankılanır her yerden gelir,yolunu kaybeder,
Yakacağını bile bile kimi kor cazip gelir, yanar ama kabullenir, yoluna devam eder.
Hala karanlıktır yolu, hala bu yolda yalnız,
Işık olmasına vardır ama her biri sadece parlayan sahte yaldız.
Öylesine çaresizdir ki, denemekten yorulmuştur,
Ne ışık ister ne ses, karanlığı kabullenir,
Usulca bir kenarda uzun süre uyur, dinlenir.

Bir düş görür rüyasında, bir çocuk hemen yanı başında,
Sessiz sessiz oynar, elinde bir fener, çalışır onu yakmaya.
Bir yolcudur belki o da, durmuştur hemen yanı başında,
Mırıltısını duyar uyanır, bakar ki uğraşmaktadır umutsuzca.

Doğrulur yerinden uzanır başına,
Dokunur kanadı kadife saçına,
Hafifçe gülümser çocuğa,
"Korkma" der, “İlişmem uğraşına”.
Çocuk gösterir elindekini, çıkarmıştır fenerin pilini.
Uzatır gösterir pervaneye, "Bundan sende fazla var mı?" diye.
"Çalışmıyor bir türlü, geldim durakaldım burda,
Karardı her taraf yolumun tam yarısında.
Kimin yolu karanlıksa ona tuttum hep,
Sonunda yetmedi bıraktı beni yarı yolda."

Peri duygulanır, geçer karşısına,
Dokunur çocuğun saçına ve de yüreğine,
Öyle bir sarılır ki çocuğa feneri elinden bırakır,
“Işığa ne gerek var” diye düşünür çocuk, “Bu sıcaklık her yeri aydınlatır.”
Peri der ki "versene şu pili bana sen, bırakma elinden ya kaybedersen !
Tak onu yerine hemen, tut da önümü görsem."
Çocuk der ki, "Sevgili Peri, onun pili bitiktir,
Taksam, anca rengini belirtir,
Sende yoksa yenisi, o zaman bunu doldurmak gerekir."
Dokunur pile peri, az biraz ışık verir, önlerinde uzunca bir yol belirir.
Peri sevinçle atılır, "Çalışıyor; diye sevinir,
“Onca zamandır aradığım ışık buymuş"diye seslenir.
Çocuk çoktan uyumuş dizlerinin dibinde,
Huzur içinde dalıvermiş derine,
O kadar yol yürümüş, ne engeller aşmış,
Meğer hep fenerini çekiştirenlerden kaçmış.

Peri dönmüş çocuğa, sevgiyle kaldırmış,
Oysa o hala yorgun biraz daha sıcacık uyusaymış.
Peri "Peki" demiş, saçlarını okşamış,
Ama diğer yandan yolu uzun ve üstelik zaman darmış.

Uykusunda sarsmış çocuğu fark etmeden bir çığlık edasıyla,
İrkilmiş peri, fenerin kararmasıyla.
Dokunmuş yine pile bir orasından bir burasından,
"Dur ben de bakayım, "diyen sesler arasından.

Çocuk uyanmış bu karmaşaya kapıvermiş feneri,
Periye çok haykırmış "Bilmiyorsun benim için değerini !"
Işığa gelen başka pervaneler, uzaklaşıvermişler ses etmeden,
Peri de kızmış "Ne vardı bunda, yardıma gelmişlerdi, yakarlardı belki sonunda."
Çocuk tutmuş feneri, kalan gücüyle sıkmış,
Fener bu kez eskisinden de parlamış.
"Onlar bilmezdi bu feneri yakmayı,
Bu sadece bilir gücünü sevgiden almayı"
Ben kalmıştım yarı yolda, kalmıştım sevgisiz,
Ta ki sen gelip dokunana kadar tertemiz."

Peri sevinçle sarılmış çocuğa,
Söz vermiş feneri iyi koruyacağına.
"Yürüyelim" demiş peri, “Bak yolumuz aydın,
Zaten iyice dinlendin hadi günaydın"
Çocuk sevinmiş sarılmış beline,
Sıkıştırmış feneri periyle kendi tenine.
Sıkça topallasa da çocuk , uydurmuş adımları,
Bilmese de bu yolun varacağı diyarları.
Yanında olmak bile o kadar güzelmiş, buluyormuş gücünü yeniden,
Biraz yavaşlamasını istiyormuş bazen önde giden periden.
Bir kaç kez tökezlemiş, yığılıvermiş yere,
Ama kendi kendine kalkmış sonunda yardım dilemeden.
Peri hep önde, fark etmeden, bazen sırtı dönük hep hızlı giden,
Ama olsun onun varlığıymış çocuğu sevindiren.

Uzaklara bakar olmuş çocuk, mutluluğunu götürse her yere,
Her yer huzur dolar, "Ne fark eder ki yolun nere...?"
Peri de sevinçle gülümser, bakarken çocuğa,
İlişir gözü daha da parlayan fenere.
"Daha ne kadar dayanır bu pil, yarı yolda bırakmaz di mi?
Yolumuzda sanki uzun, daha bitmedi mi?"
Çocuk gülümser, başta sözle cevap vermez,
Zaman zaman ima eder perinin anlamadığını fark etmez.
Der ki çocuk" Ne fark eder, ne pil ne fener,
Yolumuzu aydınlatan sevgi olsun yeter.
Acele etme yol uzun olsa ne olur?
Geze geze gideriz ister ada, ister kıyı ister, deniz olur.
Önün karanlıksa bırak ben geçeyim, önden gideyim
Sana hayallerimden bahsedeyim.
Devam eder çocuk, seslenir yavaşlamış olan Periye,
"Çiçekli, bahçeli evim olsa,
Sen hiç bakmazsın, okşamazsın saçımı, bahçen güllerle dolsa".
Takılır çocuk ardından kahkahalarla gülerek,
Anca fark eder, arkasına dönerek.

O an yanlızdır yolda nerde durdu acaba Peri?
Düştü mü yoksa, incindi mi bir yeri?
Koşar pervane perisine sarılır kaldırır,
Yorgun görünür, yığılır güzel peri.
"Bir derdin mi var" der çocuk "yoksa rahatsız mısın?
Bak elimde ne fener var ne pil, farkında mısın?
Fener dediğin nedir ki, sıradan bir ışık kaynağı,
Atıverdim yolda karanlıkta bile görürüz, yeterki olsun yolumuz aynı."

Peri kalkmak istemez, bakakalır bir yere,
Uzaktaki pasparlak feneri tutan başka bir ele.
Sanki yepyeni, ne kadar da parlak,
Mümkün olabilir tabi yeni bir pil takılarak.
Peri kalkar yerinden, uzatır ellerini ışığa,
Mırıldanır içinden "Ne kadar hoş, ne çekici ne de parlak."
Ne duyar çocuğun haykırışlarını, ne görür yığıldığını,
Kalakaldığını orda çırılçıplak.

Hem fener gitmiştir hem pervane perisi,
Alt tarafı sıradan bir pil ne fark eder yenisi.
Bitmeyecek mi o da aynı yolda, doldurmayınca sevgisi.

Çoktan uzaklaştı çocuk içindeki sevgiyle,
Yeter ona, aydınlanır yolu yaşama sevinciyle.
Anlar ki bütün güç, bütün ışık kendisinde,
Yolu daha bir aydın yine huzur içinde.

Korkunç bir aldanmaymış, hem çocuk hem peri için,
Çocuk düşünür "Işığına gerek yok artık bir fenerin."

Pervane perisi hala sorsun dursun,
Türlü türlü ışık peşinde koşsun.
"HEY ÇOCUK SÖYLESENE! BİR PERVANE İKİ IŞIĞA AYNI ANDA GİDER Mİ?"
Pil bittiğinde; Siz söyleyin bakalım,
Pervane olana, ışıklar sona erer mi?


17.07.2003 06:03
Ankara

Mektup (Eski yazılarımdan)

Zaten bütün gece çok zor uyumuştu, belki gözü kapanmıştı bir ara sadece, hatırlamıyordu. Uykuyla uyanıklık arası, kafasındakiler miydi, yoksa dışarıdaki yağmur ve rüzgarın sesi miydi aynı devinimde uğuldayan, ayırt edemiyordu. Hep aynı şeylerdi aslında gelip geçen aklından, tıpkı sürekli döngü modunda bırakılmış bir film gibi ha bire başa sarılıyor ve aynı kareler oynuyordu her nasılsa. Oyuncular da aynıydı, replikler de birbirinin tekrarı... Bu olsa olsa bir kısır döngüydü, ucu çözümsüzlüğe varan. Oyuncularsa, o dünyaca ünlü, hatta vazgeçilmez ikili, bir kadın ve bir erkekti yine. Zaten klasikleşmiş kötü bir senaryoydu yazılmış olan, bayat, ucuz bir yazar tarafından kolay para olsun diye yazılmıştı belli ki. Hiç mi yaratıcılık olmaz insanda , hiç mi sanatı düşünmez bu adam, neyse moda onları mı yazmak , sıradan mı olmak lazım ille de? Sesini kapatmıştı artık filmin, sadece görüntüler vardı ve replikler önemli değildi artık. Ezberlemişti zaten tüm senaryoyu, daha artistler konuşmadan marifetmiş gibi o söylüyordu önce, tıpkı bir suflör gibi. Hatta bir ara kaptırdı kendini bu role, kendini koydu erkeğin yerine. Her seferinde değiştirmeye başladı replikleri belki daha eğlenceli olur, belki filme bir heyecan gelir, ya da bir umut, söylenmedik bir şeyler kalmıştır çözüm yolunda diye. Filmdeki adam bile şaşırmıştı buna sanki, ezberlediğini mi söylesin, suflöre mi inansın duraksadı bir an. O da kendi kafasından, kendi o anki ruh durumuna göre başlamıştı tuluatlara, bir yandan da kadın konuşuyordu ağlayarak o da kim bilir kaç bin değişik versiyonda aynı anda. Hızla koca bir gürültüye dönüşmüştü film güya sesi kapalıydı ama... Aynı şeyleri üst üste banda kaydedip hep bir ağızdan dinlemeyi denesenize bir gün, Türkçe’deki tüm bilinen eş anlamlı farklı kelimelerle türetilmiş ama durmadan aynı şeylerin söylendiği çok sesli bir uğultuyu ne kadar dinleyebilirsiniz? Kaç dakika, yoksa saat mi? Ya günler, haftalar, aylar? Yıllar demeye dilim varmıyor...

Tüm bu sıkıntıyla fırladı yataktan, kalakaldı bir süre öylece ayna karşısında yatakta oturarak. Pencereden gelen gittikçe şiddetlenen rüzgarın uğultusuymuş meğer onu o kısacık uykusundan uyandıran. Hışımla kalkıp sıkıştırdı pencereyi, sanki tüm bu çıkmazın sorumlusu oymuş gibi. Tekrar aynaya döndü, söyle bir baktı yüzüne. Sakalları her zamankinden daha fazla uzamıştı uyumadıklarından. Gözleri şişmiş, kanlanmıştı biraz. Belki biraz da kendini öyle görüyordu, öyle görmek istiyordu adeta. Kısmaya başladı gözlerini, dudaklarını sıkmaya, sıkı sıkı kenetlemeye. Kendini mi tutmaya çalışıyordu yoksa zorla ağlamaya mı? Hiç de zor olmamıştı yaşların boşalması. Bir yandan hıçkırırcasına boşalıyor, bir yandan da kendini seyrediyordu. Konuşuyordu aynadaki dostuyla, dert yanıyordu. Araları çok iyiydi bu dostla, birbirlerini yıllardır tanır, dertlerini dinlerlerdi. Birlikte üzülür, birlikte gülerlerdi hep. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Hiç küsmediler birbirlerine, hep barışıktılar. Her zaman konuştular bir dertleri olduğunda, birbirini dinlediler. Objektif olmaya çalıştılar hep, tarafsız, bencil olmadan. Ne de olsa aynı zamanda sırdaşıydı bu dostu. Her zaman onu dinler, yol gösterir, güçlü sezileriyle yardımcı olmayı isterdi hep. İkisi nice duyguları aştılar başka bir dosta ihtiyaç duymadan, zaten nadir arkadaşı bu kadar yakın olabilirdi ona, ancak onun düzeyinde düşünebilecek olan. Bazen birlikte çocuk oldular, çocuksu yaşadılar anları, bazen son derece olgun karşıladılar hayatı, kalkanlarını gererek. Öyle güzel bir dengeyle başarıyorlardı ki bunu, o gün nasıl olmaya ihtiyaçları varsa öyle oluyorlardı gün boyunca. Bazen mızmız, yaramaz hatta şımarık. Sevdiğinin dizinde yatıp, çocuklar gibi uyuyan, ya da uyuyor numarası yaparak saçlarının okşanmasının keyfini gizlice çıkaran o akıllı çocuklardan. Kendini sevdiren tatlı bir eda takınırlardı bazen, sevgililerini güldürmek için. Onlara ne kadar kızılsa da, unutturuverirlerdi ikisi de çocuksu saflıklarıyla. Tutamazlardı ki zaten içlerinde hiç bir öfke ya da sıkıntıyı. Kağıttan yaptıkları uçakların içine koyup atıverirlerdi balkonlardan. Hangi yufka yürekli kadın kızabilir ki böyle bir çocuğa? Anneler bile kızarken çocuklarına gülmeye başlar ya birden, sonra da demezler mi “Sinirimden gülüyorum sana” diye, durumu kurtarmaya çalışarak. Sanki o akıllı çocuklar da yer bunu, o yüzden kızılsa da, kızıldıkça gülmezler mi bazen? Ama sahtecilik değildi bu tavır, ta kendisiydi o çocuğun. Zaten çocukken aynı zamanda büyük ve büyükken de aynı zamanda çocuk olabilen, kendiyle barışık çok mu insan vardı etraflarında? Hani Mozart için denilir ya “ Ya hep çocuk kalmış adam, ya da büyümüş bir çocuk” diye. Belki onun gibi bir şey bu. Ama yerine göre çocukken bile sahip oldukları olgunluklarını bu günlere taşımayı da bilmişlerdi ikisi de. Bazen tam tersine onlar da dizlerindeki çocuğu azarlamışlardı, -tabi onlar da, gülmelerini gizleyemeden- bazen de sımsıkı sarmışlardı kollarını, sevdiklerini sımsıcak göğüslerine bastırarak. Sonsuz güven vermişlerdi her zaman, kucaklarında küçücük olmalarını seyrederken...

Biraz rahatlamıştı bunları aynadaki dostuyla paylaşırken, zaten fazla yaş birikmemişti dün geceden beri. Onları da bir çırpıda tüketti bunları düşünürken. Banyoya yöneldi önce, beraberce ellerini, yüzlerini yıkadılar otuz dört yıllık sevgili dostuyla, hatta aynı havluyla kurulandılar her zamanki gibi. Artık daha bir sıkılaşmıştı dostlukları, daha bir ihtiyaçları vardı şimdi buna. Az evvel aldıkları karar onları birbirine daha çok bağlamıştı adeta. Güvenle baktılar birbirlerine, gülümsediler bu kez. “Bu saç sana yakışmış” dedi dostuna, “İyi ki kestirmişsin, bak ben de sana benzettim kendimi sevgili dostum.” Bir kaç saniye daha baktılar birbirlerine, gözleri ile konuşarak. Sözlere gerek yoktu aralarında anlaşmak için. Güven veren bir bakışla, gülümsedi dostu ona. Mesajı almıştı, kararlı adımlarla odasına gitti, bulabildiği ilk müsvedde kağıdı ve kalemi aldı eline. Bulduğu başı yenmiş, ucu körelmiş kurşun kalem yetecek miydi acaba kafasından dökülenlere. Zaten aldı başını gidiyordu kelimeler, biraz daha oyalansa neredeyse koca bir paragraf kaçıracaktı yazmak için. İşte bu duygularla yazıldı o ayrılık mektubu...

10.07.2002 03:45
Ankara