4 Haziran 2010 Cuma

Mektup (Eski yazılarımdan)

Zaten bütün gece çok zor uyumuştu, belki gözü kapanmıştı bir ara sadece, hatırlamıyordu. Uykuyla uyanıklık arası, kafasındakiler miydi, yoksa dışarıdaki yağmur ve rüzgarın sesi miydi aynı devinimde uğuldayan, ayırt edemiyordu. Hep aynı şeylerdi aslında gelip geçen aklından, tıpkı sürekli döngü modunda bırakılmış bir film gibi ha bire başa sarılıyor ve aynı kareler oynuyordu her nasılsa. Oyuncular da aynıydı, replikler de birbirinin tekrarı... Bu olsa olsa bir kısır döngüydü, ucu çözümsüzlüğe varan. Oyuncularsa, o dünyaca ünlü, hatta vazgeçilmez ikili, bir kadın ve bir erkekti yine. Zaten klasikleşmiş kötü bir senaryoydu yazılmış olan, bayat, ucuz bir yazar tarafından kolay para olsun diye yazılmıştı belli ki. Hiç mi yaratıcılık olmaz insanda , hiç mi sanatı düşünmez bu adam, neyse moda onları mı yazmak , sıradan mı olmak lazım ille de? Sesini kapatmıştı artık filmin, sadece görüntüler vardı ve replikler önemli değildi artık. Ezberlemişti zaten tüm senaryoyu, daha artistler konuşmadan marifetmiş gibi o söylüyordu önce, tıpkı bir suflör gibi. Hatta bir ara kaptırdı kendini bu role, kendini koydu erkeğin yerine. Her seferinde değiştirmeye başladı replikleri belki daha eğlenceli olur, belki filme bir heyecan gelir, ya da bir umut, söylenmedik bir şeyler kalmıştır çözüm yolunda diye. Filmdeki adam bile şaşırmıştı buna sanki, ezberlediğini mi söylesin, suflöre mi inansın duraksadı bir an. O da kendi kafasından, kendi o anki ruh durumuna göre başlamıştı tuluatlara, bir yandan da kadın konuşuyordu ağlayarak o da kim bilir kaç bin değişik versiyonda aynı anda. Hızla koca bir gürültüye dönüşmüştü film güya sesi kapalıydı ama... Aynı şeyleri üst üste banda kaydedip hep bir ağızdan dinlemeyi denesenize bir gün, Türkçe’deki tüm bilinen eş anlamlı farklı kelimelerle türetilmiş ama durmadan aynı şeylerin söylendiği çok sesli bir uğultuyu ne kadar dinleyebilirsiniz? Kaç dakika, yoksa saat mi? Ya günler, haftalar, aylar? Yıllar demeye dilim varmıyor...

Tüm bu sıkıntıyla fırladı yataktan, kalakaldı bir süre öylece ayna karşısında yatakta oturarak. Pencereden gelen gittikçe şiddetlenen rüzgarın uğultusuymuş meğer onu o kısacık uykusundan uyandıran. Hışımla kalkıp sıkıştırdı pencereyi, sanki tüm bu çıkmazın sorumlusu oymuş gibi. Tekrar aynaya döndü, söyle bir baktı yüzüne. Sakalları her zamankinden daha fazla uzamıştı uyumadıklarından. Gözleri şişmiş, kanlanmıştı biraz. Belki biraz da kendini öyle görüyordu, öyle görmek istiyordu adeta. Kısmaya başladı gözlerini, dudaklarını sıkmaya, sıkı sıkı kenetlemeye. Kendini mi tutmaya çalışıyordu yoksa zorla ağlamaya mı? Hiç de zor olmamıştı yaşların boşalması. Bir yandan hıçkırırcasına boşalıyor, bir yandan da kendini seyrediyordu. Konuşuyordu aynadaki dostuyla, dert yanıyordu. Araları çok iyiydi bu dostla, birbirlerini yıllardır tanır, dertlerini dinlerlerdi. Birlikte üzülür, birlikte gülerlerdi hep. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Hiç küsmediler birbirlerine, hep barışıktılar. Her zaman konuştular bir dertleri olduğunda, birbirini dinlediler. Objektif olmaya çalıştılar hep, tarafsız, bencil olmadan. Ne de olsa aynı zamanda sırdaşıydı bu dostu. Her zaman onu dinler, yol gösterir, güçlü sezileriyle yardımcı olmayı isterdi hep. İkisi nice duyguları aştılar başka bir dosta ihtiyaç duymadan, zaten nadir arkadaşı bu kadar yakın olabilirdi ona, ancak onun düzeyinde düşünebilecek olan. Bazen birlikte çocuk oldular, çocuksu yaşadılar anları, bazen son derece olgun karşıladılar hayatı, kalkanlarını gererek. Öyle güzel bir dengeyle başarıyorlardı ki bunu, o gün nasıl olmaya ihtiyaçları varsa öyle oluyorlardı gün boyunca. Bazen mızmız, yaramaz hatta şımarık. Sevdiğinin dizinde yatıp, çocuklar gibi uyuyan, ya da uyuyor numarası yaparak saçlarının okşanmasının keyfini gizlice çıkaran o akıllı çocuklardan. Kendini sevdiren tatlı bir eda takınırlardı bazen, sevgililerini güldürmek için. Onlara ne kadar kızılsa da, unutturuverirlerdi ikisi de çocuksu saflıklarıyla. Tutamazlardı ki zaten içlerinde hiç bir öfke ya da sıkıntıyı. Kağıttan yaptıkları uçakların içine koyup atıverirlerdi balkonlardan. Hangi yufka yürekli kadın kızabilir ki böyle bir çocuğa? Anneler bile kızarken çocuklarına gülmeye başlar ya birden, sonra da demezler mi “Sinirimden gülüyorum sana” diye, durumu kurtarmaya çalışarak. Sanki o akıllı çocuklar da yer bunu, o yüzden kızılsa da, kızıldıkça gülmezler mi bazen? Ama sahtecilik değildi bu tavır, ta kendisiydi o çocuğun. Zaten çocukken aynı zamanda büyük ve büyükken de aynı zamanda çocuk olabilen, kendiyle barışık çok mu insan vardı etraflarında? Hani Mozart için denilir ya “ Ya hep çocuk kalmış adam, ya da büyümüş bir çocuk” diye. Belki onun gibi bir şey bu. Ama yerine göre çocukken bile sahip oldukları olgunluklarını bu günlere taşımayı da bilmişlerdi ikisi de. Bazen tam tersine onlar da dizlerindeki çocuğu azarlamışlardı, -tabi onlar da, gülmelerini gizleyemeden- bazen de sımsıkı sarmışlardı kollarını, sevdiklerini sımsıcak göğüslerine bastırarak. Sonsuz güven vermişlerdi her zaman, kucaklarında küçücük olmalarını seyrederken...

Biraz rahatlamıştı bunları aynadaki dostuyla paylaşırken, zaten fazla yaş birikmemişti dün geceden beri. Onları da bir çırpıda tüketti bunları düşünürken. Banyoya yöneldi önce, beraberce ellerini, yüzlerini yıkadılar otuz dört yıllık sevgili dostuyla, hatta aynı havluyla kurulandılar her zamanki gibi. Artık daha bir sıkılaşmıştı dostlukları, daha bir ihtiyaçları vardı şimdi buna. Az evvel aldıkları karar onları birbirine daha çok bağlamıştı adeta. Güvenle baktılar birbirlerine, gülümsediler bu kez. “Bu saç sana yakışmış” dedi dostuna, “İyi ki kestirmişsin, bak ben de sana benzettim kendimi sevgili dostum.” Bir kaç saniye daha baktılar birbirlerine, gözleri ile konuşarak. Sözlere gerek yoktu aralarında anlaşmak için. Güven veren bir bakışla, gülümsedi dostu ona. Mesajı almıştı, kararlı adımlarla odasına gitti, bulabildiği ilk müsvedde kağıdı ve kalemi aldı eline. Bulduğu başı yenmiş, ucu körelmiş kurşun kalem yetecek miydi acaba kafasından dökülenlere. Zaten aldı başını gidiyordu kelimeler, biraz daha oyalansa neredeyse koca bir paragraf kaçıracaktı yazmak için. İşte bu duygularla yazıldı o ayrılık mektubu...

10.07.2002 03:45
Ankara

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder